30 Mart 2011 Çarşamba

"Grönland" Dünya’nın En Büyük Gölü

Tamamının %81′ini buzulların oluşturduğu göl yerlilerin dilinde Kalaallit’lerin ülkesi anlamına gelmektedir. Danca diline göre Yeşil Ülke anlamına gelen Dünya üzerinde bulunan en büyük göldür.
57500 kişinin yaşadığı göl çevresinde küçük adacıklar ve bazı yerleşim alanları bulunmaktadır. Bu coğrafyada yaşayan kişiler  Grönlandca dilini konuşmaktadır. Bölgede bulunan en önemli şehir ise başkent olan Godthab’dır. Tüm yıl boyunca sıcaklığın çok düşük olduğu bölgede ortalama sıcaklık -70C. Yaz aylarında bile sıcaklık sıfırın altında seyr etmektedir.  Buz kütlesi ile çevrili olan gölün 3km kalınlığında tabakalara sahip olduğuda görülmektedir.
Göl ilk olarak 900 yılında Gunnbjorn Ulfsson tarafından keşfedilmiştir. Daha sonra Viking sömürüsüne maruz kalan göl  ve çevresi 1985 yılunda ise AB’den ayrılmıştır.

En Fazla Yağış Alan Bölge Neresi?

Çerapunçi dünya üzerinde en çok yağış alan bölgedir. Hindistan’da bulunan bu bölge yıllık ortalama 12000mm’dir. Dünya üzerinde ortalama yağış miktarı ise 1000-1500 mm arasında değişmektedir. Ortalamanın yaklaşık 10 katı yağış alan bu bölge dünya üzerinde tektir. Mevsimlik yağışlar ve muson yağışları bu bölgede fazla yağış bırakmaktadır. Ekvotaral bölgede çok yağış alan bölgelerin 2500mm yağış alması bu bölgedeki yağışın ne kadar fazla olduğunu göstermektedir.

Asit Yağmurları Nasıl Oluşur?

Asit yağmurları dünyanın oluştuğu ilk günden beri oluşan fosil yakıtların yakılması ile oluşur. Oluşan fosil yakıtların işlenmesi ve çıkarılması sonrasında kullanılmaya hazır hale getirilmesi ve kullanıma hazır hale gelen yakıtların yakıldıktan sonra atmosfere verilen azot ve kükürt içeren gazlar asit yağmurlarının oluşmasında çok önemli bir yere sahiptir.
Petrol doğalgaz kömür gibi fosil yakıtlarının yakılması ardından çıkan gazlar su buharı ile birleşirler. Bu birleşme sonucu bir çok öğrencinin yakından tanıdığı sülfirik asit be nitrit asit gibi iki farklı yeni kimyasal ortaya çıkar. Ayrıca güneş ışınlarının bu kimyasal tepkimelere dahil olması ile daha kuvvetli hale gelen asit yağmurları özellikle yaz aylarında daha zararlı bir hal alır.
Yeryüzündeki suların güneş ışınları ile ısınması sonucu kendinden daha soğuk olan ve sudan ayrılması ile yeryüzündeki sular buharlaşır. Buharlaşan bu sular yeryüzünden yükselerek atmosfere karışır. Yükselen havada tekrar yoğunlaşan su buharı yeryüzüne yağmur olarak düşer. Bu aşamada dahil olan kükürt ve azot asit yağmurlarını oluşturan etkilerdir.
Sadece yağmur ile doğada bulunmayan bu asitler ayrıca kar, sis ve havadaki gaz taneciklerinin taşıması sonucu doğada ki yerini alabilir.

Ay Olmasaydı Neler Olurdu?

Dünya üzerinde bulunduğu evrenin bi parçasıdır. Bu parça içerisinde bulunan diğer sistemler de yine aynı şekilde evreni oluşturan unsurlardır. Oluşan bu unsuların herhangi birinde meydana gelecek küçük bir değişiklik bile sisteme büyük hasarlar bırakabilir. Dünyanın dönme enerjisi mevsimler ve atmosfer bu küçük değişiklikten hemen nasibini alarak tüm dengelerini sarsabilir.
Peki gelişmiş bu sistemin içinde Ay’ın görevi nedir? Hayatımızda olan değişiklilerdeki payı tam olarak nasıl ortaya çıkar? Evrende diğer gezegenlerle bağlantısı nasıldır? Dünya üzerinde hiç bir zararı bulunmayan Ay’ın faydaları tam olarak nedir?
Ay dünya’nın eksenindeki hareketini çekim kuvveti ile yavaşlatan bir gezegendir. Bu sayede dünyanın dönüş hızını azaltır ve gün düzenine oturmasına sağlar. Eğer ay bu tür bir faaliyetleri yapmamış olsa dünya 24 saatlik turunu yaklaşık 16 saatte tamamlayabilir. Bunun sonucunda atmosferde meydana gelen olaylar daha da şiddetli bir şekilde devam eder. Kasırgalar ve rüzgarlar insanlara ve doğaya zarar verebilecek bir düzeye gelebilir.
Ayrıca evrende bulunan göktaşlarının dünya üzerine isabet etmesini engelleyen ay düşebilecek göktaşlarının önünde bir set görevinide üstlenmektedir. Atmosferdeki ışığı soğurması ile görüş açısını daraltmasıylada daha kolay astronomik verilen alınmasını sağlayan ay bir çok doğa olayında da etkisini göstermektedir.

Buzun Üstünden Neden Buhar Çıkar?

Havada bulunan su buharları soğuk herhangi bir cisimle temas ettiğinde yoğunlaşır. Yoğunlaşma sonucunda ise bu temas eden su buharı sıvı hale geçebilir. Sıvı hale geçene su buharlarından su damlaları oluşabilir. Su damlası haline gelmeyen su buharları ise aynı hava gibi ışığı geçirmekte ve saydam olarak bulunmaktadır. Bunun sonucunda ise ışığı kırmadan geçiren su buharını görme olasılığımız ise oldukça düşüktür. Fakat su damlası haline gelen bu taneleri ise görmemiz mümkündür.
Bunun nedeni ise su damlacıklarının havadan farklı bir kırıcılık indisinin bulunmasıdır. Bu farklı kırıcılık indisinden dolayı gelen ışık ışınları su damlacığına çarparak kırılmaktadır. Aynı zamanda su damlacıkları üzerinde bulunan yansımalarda bu olayı destekler niteliktedir. Damlanın yansıtıcı oluşu görünürlüğünü artırırken aynı zamanda bu olaya yeni bir boyut getirmektedir.
Bazen havada görmüş olduğumuz bulutlar bunun için önemli bir örnek teşkil edebilir. Bazen gökyüzünde değişik şekiller de bulunan bu bulutlar birden ortadan kaybolabilir. Su buharı halinde bulunan bu bulutların bir an içinde su damlacıklarına dönüşmesi ile görünmeye başlayan bulutlar havanın ısınması ile tekrar su buharı haline gelebilir. Bu durmda yazımızın en başında belirttiğimiz gibi su buharı ışığı aynen geçirir ve görünmez bir hal alır.
Buz üstündeki sıcak havayla teması eden su damlacıkları su buharı haline geçene kadar bu evrede gözle görülebilir bir hal alır. Bu sayede cisimlerin yüzünde buhar oluşuyormuş görüntüsü sağlanmış olmaktadır.

Yükseklere Çıkıldıkça Hava Neden Soğur?

Dünyamızın ısı ve ışık kaynağı olan güneş tüm canlıların hayatta kalmasını sağlayan en önemli faktördür. Peki yükseklere çıkıldığında neden hava soğur? Normalde güneşe yaklaşan kişiler sıcaklığı daha fazla hissetmez? 149.5 milyon kilometre uzakta olan güneşe yaklaşmak bir dağa çıkmakla mümkün değildir. Yani en yüksek dağ olan Everest dağı dahi 9 kilometre yüksekliğindedir.
En basit örneklerden biri ise Dünyanın şeklinden dolayı dönüş hareketlerinde güneşe her defasında 12 bin kilometre yaklaşığ uzaklaşmamız gösterilebilir. Bunun sonucunda ise Dünya Güneşe her yıl yaklaşık 5 milyon kilometre yanaşıp uzaklaşmaktadır.
Güneşin dünyamız üzerinde ısınında kaynağı olmasının nedeni gönderdiği ışınlardır. Bu ışınlar güneşten çıktıktan sonra yer küreye çarpıp yansır. Bu yansıma ne kadar yukarıya çıkarsa o kadar etkisini kaybetmektedir. Bunun sonucunda ise yükseklere çıkıldığında havanın sıcaklığı azalmakta ve güneşin etkisi her yükselişte daha da azalmaktadır.

Güneş Neden Sarı Görünür?

Güneş ışığına bakan herkes o pırıltılı sarı rengin aslında sarı olmadığının farkına varamamaktadırlar. Gökyüzünün yine aynı şekilde mavi olmasının nedenleride bilim insaları tarafından uzun süre araştırılmıştır. Fakat araştırmalar insanların gördüklerinden uzak renklerin bir araya gelmesi ile bu muhteşem uyumun çıktığını kanıtlarla göstermiştir.
Günüş ve güneş ışınları beyaz renktedir. Buda güneşin sadece sarı rengi değil bütün renklerin karışımı olan beyaz bir ışınla ışığını yaydığını göstermektedir. Bunun ev ortamında deneyini yapmak ise oldukça basittir. Bu deneye göre evde bulunan avizlerden alınan bir kristal güneş ışığına tutulduğunda her bir kesimi farklı bir renge bürünmektedir.
Atmosfer tarından emilen bu ışık mor tarafındakileri kırmızı tarafındakilerden daha çok dağılarak atmosferin çoğunlukla mavi görünmesine neden olmaktadırlar. Bu durum sonucunda ise gezegenizim en değerli yıldızlarından Güneş ışınlarını biz sarı renkte ve gökyüzünüde navi renkte görürüz.

Ağaçlar Neden Renk Değiştirir?

Her yıl bazı mevsimler ağaçların renk değişimi yaşamasına neden olur. Bu değişim sonucunda ise bazı değişikler meydana gelir. Sonbaharda sararan yapraklar yine ilkbaharın gelmesi ile yeniden canlanarak yeşilliğe bürünmesine neden olmaktadır. Bu değişimler bazen hüzün ve ayrılığı bazen de mutluluk ve çoşkuyu beraberinde getirmektedir. Her yıl sobahar ayların da dinlenme dönemine giren ağaçlar bir dizi değişikliğe uğrar ve yeni oluşumlar berabernde gelmektedir.
Bu dönemde yaparaklar tek tek sarı renge bürünür bu hale gelen yapraklar kıvırılı ve sonunda da dökülme meydana gelir. Bu dönemden sonra ise yapraklar uzun bir dinlenme sürecine girmektedir. Bu süreçte bazı yaşamsal faaliyetlerine son veren bu ağaçlar ilkbaharın gelmesini beklerler.
Bu dönemde yapraklar ilk önce sarı daha sonra kahverengi ve en son olarakta kırmızı renk alarak dökülmesini tamamlar. Bu ilginç dönüşümün bilimsel olarak bir açıklaması vardır. Bu olayın açıklanması bilim insanları tarafından çok kolay bir şekilde dile defalarca getirilmiştir. Yaşadığı dönemde yapraklar üzerinde bulunan organizmalar sayesinde beslenmekte ve bu dönemde yeni faalliyetlere girebilmektedir. Tıpkı hayvanlar gibi kullanmadıkları maddeleri dışarı atan ağaç ve bitkiler hayvanlar gibi dışarı atma faaliyetini hemen gerçekleştiremez. Sonbaharda yaptıkları bu faaliyetler için diğer dönemlerde bezler sayesinde biriktirme işlemini sürdürürler. Biriken maddelerin sonbahar da atılma mevsimi gelmesi ile yapraklar bu dönemde yararlı maddeleri özümleyerek ayırır geriye kalanları ise dışarı yapraklarıyla dışarı atar. İşte bu atık maddeler farklı renkleri veren maddelerdir.

Gök Neden Gürler?

Kış ayların da yağmur ve kar sonrasında bir çok doğal olay arka arkaya gelişmektedir. Bu olaylar daha çok kış ayların da ortaya çıkarken yaz aylarınde yeryüzü ile gökyüzü arasında doğan hava sıcaklığı farkı nedeniyle de ortaya çıkmaktadır. Kış aylarında yeryüzü ile gökyüzü arasında sıcaklık farkı çok daha fazla olduğu için bu dönemde görülme ihtimali oldukça yüksek olan gök gürlemesi gün içinde defalarca tekrarlanabilir.
Gök gürlemesi ise tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Saniyenin binde biri sürede yaklaşık 30bin kat daha sıcak olan hava daha da ısınmaya başlar. Isınma sonrasında genleşme olması ile gökyüzünde bir basınç olmaktadır. Bu basınç ani bir patlamaya neden olmaktadır. Bu patlama sonrasın da ise büyük bir ses ortaya çıkmaktadır. Bu durum bizim kulağımıza bir patlama şeklinde gelmektedir. Bu durum gök gürültüsün de neden olmaktadır.
Şimşek ve yıldırım da ise bu sıkışan basıncın havada elektirik akımı ile yüklenmesi sonrasın da patlamanın daha da şiddetli olması sağlanmış olmaktadır. Bu durumda hissedilen ses oldukça artar ve yeryüzün de daha da fazla hissedilebilir hala gelmektedir. Bu nedenle gelen ses daha da güçlü olmaktadır.
Gök gürlemesi daha kolay ve daha az bir sesle yayıldığı için uzaklardan duyulmasıda zor olmaktadır. Bu durum bilim insanları tarafından araştırılmıştır. Bu araştırma sonrasında gök gürültüsünün en fazla 24  kilometreye kadar ulaşabildikleri belirtilmiştir.

Kuyruklu Yıldızlar Nasıl Kuyrukludur?

Kuyruklu yıldızlar bir anda kaybolup bir anda ortaya çıkmaları nedeniyle tüm insanlık tarihi boyunca ilgi çekmeyi başarmıştır. Bu ilgi sonucunda ise bir çok farklı yanı keşfedilen bu gökyüzü cizimleri aslında bir çok faaliyeti de bir arada bulundurmaktadır.
Ayrıca kuyruklu yıldızların bu yanıp sönmem faaliyetleri bu yıldıza büyük bir sorumluluğun yüklenmesine neden olmuştur. Bu yıldızın savaş anında uğur getirdiğine inana eski toplumlar ayrıca özel günlerde bu yıldızı izleyerek uğur gelmesi yönünde inançlarına göre dua etmişlerdir. Roma imparatoru Sezar’ın öldüğü gün bu yıldızın yanı p sönmesi nedeniyle eski roma imparatorluğunda bu yıldıza özel bir ilginin gösterilmesine neden olmuştur.
Bilim insanları ise aslında gördüğümüz kuyruklu yıldızdan başka binlerce kuyruklu yıldızın evrende var olduğunu belirterek bu tür inanışların önüne geçmeye çalışmıştır. Aslında bilimsel olarak kuyruklu yıldızın oluşmasının nedeni ise gökyüzünde bulunan bu cisimlerin üzerinde bulundurdukları cisimlerle ilgilidir. Bilim insanları yaptıkları deneylerde bunu defalarca kanıtlamış ve insanlığın bilgisine sunmuştur. Kuyruklu yıldızların aslında güneşe yaklaştıkta üzerinde bulundurduğu katı cisimleri gaz haline getirmiş olmasına bağlayan bilim insanları sıcaklığın artması ile kuyruğun oluştuğunu vurgulamışlardır.
Peki bu yoğunlaşan cisimlerin dünya veya diğer gezegenlere herhangi bir zararı varmıdır? Bu soruya cevabımız ise kesinlikle hayır. Nedeni ise yağunlaşan kısım normalde çok hafif gazlar içerir ve zararsızdır. Dünyamız bu tür defalarca kuyruklu yıldızın kuyruğundan geçmiştir.

Neden Kar Yağar ?

Kış aylarında bulutlar düzeyinde hava oldukça soğuk ve bir o kadar da elverişsizdir. Bu elverişizlik sonucunda ise yeryüzünden buharlaşan hava yükselerek bulutlar düzeyine kadar çıkar. Bu soğuk hava su buharının sıvı hale geçmeden katı haline direk geçmesine neden olur. Oluşan 0.1 milimetrelik kristaller birleşerek kar tanelerini oluşturur.
Bulut ve yer arasındaki sıcaklık farkı ise aslında üşen kar tanelerinin yer yüzüne ulaşması için bazı ipuçlarını bize vermektedir. Bu ipuçlarına göre eğer yer yüzü ile bulutlar arası sıcaklık farkı fazla ise oluşan kar taneleri yapmur haline gelebilir. Yağmur haline gelen bu taneler yeryüzü ile böyle buluşur. Fakat bazen sıcaklık öyle bir noktadadır ki düşen taneler hem kar hemde yağmur şeklinde olabilir.  Ayrıca oldukça yavaş inen kar taneleri 3 kilometrelik bir mesafeyi yaklaşık 2 saat gibi bir sürede alırlar.
Aslına halk arasında bilinen bir yanlışta kar yağdığında havanın ısındığıdır. Bu bilginin gerçek anlamda doğru olması mümkün değildir. Kar yağmadan önce yeryüzünden bir miktar suyun buharlaşması gerekmektedir. Bu buharlaşma ise havanın ısınması ile mümkündür. Yani havanın ısınması nedeniyle kar yağmaktadır. Havanın sıcak olması sonucunda kar yağar ve yeryüzüyle buluşur.
Ayrıca kristalleşme sırasında büyük bir mucize gerçekleşmektedir. Merkezde bulunan kristal bir ana atom görevini üstlenmektedir. Bu atom sayesinde çok yüksek sıcaklıklarda dahi kar taneleri oluşmaktadır. Normal bir ortam da kar tanesinin oluşması için -40 dereceye ihtiyaç duyulmaktadır.

Ay Neden Bazen Gündüzde Görülür?

Ay sadece geceleri ortaya çıkabilir diye bir durum yoktur. Ay ve diğer yıldızlar aslında günün 24 saati tepemizde durmakta ve sürekli olarak görebileceğimiz bir halde bulunmaktadırlar. Fakat güneş ışınlar gündüz saatlerinde o kadar kuvvetli olarak yeryüzüne düşmektedir ki bu gökyüzü cisimlerini görmemiz pekte mümkün olmamaktadır.
Ay gün içinde eğer güneşten ışığı tam anlamıyla alabilirse insanlar tarafından görünebilir bir hal alır. Ay tam bir yansıtıcı olduğu için görünmeside aldığı ışığa bağlıdır. Ay üzeri aslında bir asfalt gibidir fakat aldığı ışık sonucunda ise bu koyu renkten uzaklaşarak yeni bir hal alır. Ayrıca diğer yıldızlara nazaran daha yakın olduğu için daha büyük görünmektedir.
Gün ışığının yoğun olduğu anlarda gökyüzündeki yıldızları göremesekte bize daha yakın olan Ayı farkedebiliriz. Geceye göre parlaklığı çok az olan ay yine de fark edilmek için yeterli ışığa sahip olmaktadır. Aynı zamanda bir başka gökyüzü elemanı olan Venüste yien gündüz saatlerinde sorunsuz bir şekilde görülebilir.
Gün bitip gece başladığında ise Güneş bir ampül görevi yaparken ay ise bir ayna görevini üstlenmektedir. Ampülü göremediğimiz zaman aynadan yansayan görüntüyü görmemiz mümkün olmaktadır. Bu da gece olan olayların aslında kıse bir özetidir. Gündüz ise hem aynayı hemde aynaya ışık gönderen ampül yani güneşi görmemzi mümkün olacaktır. Aynı zamanda ayın bize bakan yüzü aydınlıkken diğer arka yüzü karanlıktır.

Kediler Nasıl 4 Ayağının Üstüne Düşer?

Aslında bilimsel olarak bu bilginin aydınlatılması pek  mümkün değildir. Bilim dünyasında denenilen pek çok olay bu olayın çözülmesine yardımcı olamamıştır. Kedi tam sırtüstü düşerken bazı hareketler ile olayı daha da kolay bir hale getirir. Daha kolay hale gelen bu atlayış can kaybının önüne geçer. Bu sırada yapılan bazı hareketler ise olayın asıl çözünme noktalarıdır.
Sırüstü dülen bir kedi önce bacaklarını arkaya doğru çeker daha sonra kuyruklarını iki arka bacağı arasına alır. Bu hareketlerin tam tersini tekrarlayan kediler daha yumuşak bir iniş için hazırlık yapmış olmaktadır. Paraşüt etkisiyle indikleri alanlarda daha durgun ve yumuşak bir iniş yapılmış olmaktadır.
Yapılan araştırmalar ayrıca çok yükseklerden düşen kedilerin az yüksekliklerden düşene oranla daha az hasar gördüğü kanıtlanmıştır. Yaklaşık 32 katlı bir binadan atılan kedi bişey olmadan yaşamını sürdürürken 7. kattan atılan bir kedi ciddi hasarlar alabilir. Bunu fiziksel olarak limit hızda diyebiliriz.
Yani limit hız prensibine göre artık belirli bir yükseklikten atılan cismin hızı artmaz. Bu durum aslında doğanın yaşanabilir bir hal almasını sağlamaktadır. Eğer cisimler bu tür limit hızlara ulaşamamış olsalar dı daha fazla hızlanarak büyük zararların ulaşmasına neden olabilirlerdi. Örneğin yağmur damlaları buna verilebilecek en güzel örnektir. Yağmur damlaları limit hıza ulaştıktan sonra aynı hızıyla yeryüzünde son noktaya gelir. Aksi takdirde ise yağmur damlaları yeryüzündeki her cismi delebilecek bir hal alabilir.

Üniformalar Neden Haki Renginde?

Askerler eğitim ve diğer hallerde genellikle haki renkli kumaşlardan yapılmış üniformaları giymektedir. Bu durumun nedenleri insanlar tarafından merak edilmiş  ve bazı meraklı kişiler tarafından sürekli olarak sorgulanmıştır. Yapılan araştırmalar bu durumun tarihten günümüze gelen bir farkındalığın sonucu olarak tarihe geçmiştir.
Birinci dünya savaşları öncesinde Hindistana çıkarma yapan İngiliz askerleri bu bölgede daha iyi korunmanın yollarını aramışlardır. Bu korunma yöntemlerinin başında ise askerlerin kamufile edilmesi gelmiştir. Kamufile işlemi sonrasında daha da gizli bir hal alması için özel renkler düşünen İngiliz yetkilileri doğayla bütünleşebilecek bir rengi tercih etmek istemişlerdir. Özellikle yeşil ve toprağın karıştığı bölgelerde yakın çatışmalara giren askerler bu bölge için en uygun renk olan haki rengi ile yeni üniformalarına kavuşmuşlardır. Bu üniformalar aslında o günden kalan günlüklerde başarısını daha ilk yıllardan kanıtlaımştır. Günlüklerde eski generaller haki renkli üniformalardan sonra saldırıların daha da kontrol edilebilir bir hal aldığını vurgulamışlardır.
Ülkemiz de ise 1. Dünya Savaşı ile başkayan bu tarz üniformalar günümüze kadar önemini korumuştur. Fakat yakın bir zamanda yapılan araştırmalar artık ülkemiz coğrafyasının haki rengiyle uyuşmadığı sonucunu çıkarmıştır. Daha toprağa yakın rekli üniformaların tercih edilmesi gündeme gelmiş ve bu değişiklik kabul edilerek askerlerin kullanması için üretime geçilmiştir. Son değişikliklerden sonra rengi açık kahverengiye yaklaşan üniformaların ileri de farklı bir renge veya tona dönüşmemesi için ise hiç bir neden yok.

Muz Nasıl Yetişir?

Muzlar sanıldığının aksini ağaçlarda değil devasa boyutlara ulaşmış otlardna yetişmektedir. Odunsu bir yapıda olmayan bu otlar uzun bir süre geliştikten sonra meyvesini verir ve o yıl içinde tekrar ölmektedir. Bu ölme sonrasında yine aynı kökten belirli bir uzaklık ve zaman sonrasında yeni bir büyüme meydana gelmektedir. Bu oluşum sürekli kendini yeniler ve defalarca tekrarlayabilir.
10000 yıllık bir geçmişe sahip olan muzlar genetiği oynanmadan günümüze kadar gelen nadir meyvelerden sadece biridir. Özellikle evlerimizde ve pazarlarda bulunan muzlar insanların yardımı ile üretilmeye devam edilmektedir. Yabani olmayan bu muzlar diğerlerine nazaran daha etli ve tatlı olarak pazarlardaki yerini almaktadır. Uygun aşı ile sürekli daha tatalı ve etli olarka tutulan bu meyveler bir çok kez ciddi bakıma gerek duymaktadır.
Hassas bir meyve olması nedeniyle bir çok kez kontrollerden geçen bu meyve dünya üzerinde en çok kazandıran yiyecek grubu arasında en baş sıralardadır. Bu sırayı ona kazandıran yıllık 12 milyar dolarlık bir ihraacata sahip olmasıdır. Bu rakam belki ilk duyulduğunda az bir miktar gibi gelebilir fakat dünya üzerinde yaşayan 400 milyon insan her senen bu miktar parayla yaşamlarını sürdürmektedir. Bir çok ülkede yetiştirilebilen bu meyvenin avrupadaki üretim merkezi İrlanda’dır. Ülkemizdede  üretimlerine devam eden bu değerli meyve bir çok dünya ülkesinde ne pahal meyveler arasındaki yerini yıllardır korumaktadır.

Kutuplardaki Hayvanlar Neden Beyazdır?

Kutuplarda yaşamlarını sürdüren bir çok hayvan beyaz rengi ile dikkat çekmektedir. Bunun bir çok nedeni vardır. Yazımız da kutuplarda yaşayan hayvanların neden beyaz olduğu konusuna değineceğiz. Nedenlerini tek tek ele alacağımız yazımız da bir çok ayrıntıyı ele alacağız.
Kutuplar hayvanların yaşamlarını oldukça zor hale getiren hava durumlarının oldukça olumsuz olduğu alanlardır. Bu olumsuzlukların sıcaklık olması yaşamı daha da olumsuz şekilde etkilemektedir. Sıcaklığın hızlı düşüşü sonucunda ise vücuda ve deriye renk veren madde melanin çalışmaz bir hale gelmektedir.
Bunun sonucunda ise bu hayvanlar beyaz renkli olarak yaşamlarını sürdürmektedir. Ayrıca beyaz renk uzun süre yaşamın havyanlara kazandırdığı kalıtsal bir özellik olarak bilim araştırmaların da yerini almıştır. Daha kolay bir şekilde avlanma ve saklanmayı sağlayan beyaz renk kutuplarda hayvanlara büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Beyaz yeryüzü üstünde beyaz renkli hayvanların farkedilmesi pek mümkün olmayacaktır.
Fakat tüm bu nedenlere rağmen bu bölgelerde yaşayan bazı hayvanlar ise beyaz rengin dışında farklı renklerde görülebilir. Bunun nedeni ise dişilerin erkekler tarafından erkeklerin ise dişileri tarafından daha kolay farkedilmesini sağlar. Bunun sonucunda ise türün devamı başarılı bir şekilde sağlanmış olmaktadır. Daha renkli ve daha fazla dikkat çeken unsuru üzerinde bulunduran bu hayvanlar türün devamı için avlanmayı göze alırlar.

Güneş Daha Kaç Yıl Daha Aydınlatacak?

Güneş içinde bulunduğumuz evrende dünyamıza en çok faydası ve bize en yakın olan yıldızdır. Güneş sistemi içinde olan dünyamız güneşe olan yakınlığı nedeniyle yaşamın en rahat sürdürüldüğü ve güneş ışınlarının en uygun açıyla geldiği gezegendir. Fakat bu kadar önemli olan güneşten gezegenimizde yaklaşık 200 milyar tane olduğu tahmin edilmektedir.
Bu kadar fazla bulunan ve güneş ile aynı işlevi yapabilen evrende yine milyarlarca göktaşı ve milyonlarca gezegen bulunmaktadır. Bu kadar büyük bir sistem içinde güneşin bu kadar önemli olması bize sağladığı yararlardandır. Bu kadar kapsamlı bir evren içinde güneşten sonra bize en yakın olan yıldız güneşten tam 250 bin kat uzaklıkta evrendeki yerini almıştır. Bu kadar uzak mesefade bulunan güneşin dünyaya bir yarar sağlaması da beklenemez. Aynı zamanda günşe bilindiğinin aksine bir gaz parçasıdır. Üzerinde bulunan keskin hatlar gazları diğerlerine göre daha yoğun olduğu bölgelerdir. Yani güneş üzerinde bir yerküre bulunmamakta tamamen bir gaz küresi şeklinde evrendeki yerini almaktadır.
Peki yıllardır bize ısı ve ışık kaynağı olan güneş daha ne kadar bu görevini sürdürecektir? Yapılan bilimsel araştırmalar güneşin önümüzdeki 4 milyar yıl boyunca aynı işlevini sürdüreceğini göstermiştir. 4 milyar yıl sonra ise güneş genleşip dünya üzerindeki sıcaklıkta yaklaşık 20 kat artacaktır.

Ay Neden Yuvarlaktır?

Ay dünyanın çevresinde dünyaya en yakın olan uydumuzdur. Yapısal olarak bir çok ilginçliği barındıran ayın dünyamız üzerindeki etkileri ve faydalarından daha önceki yazılarımız da bahsetmiştik. Bu faydaların ve etkilerin dışında ayın birde fiziksel yapısı dikkatleri çekmeyi başarmıştır. Bu fiziksel yapının neden bu halde olduğu ve bu hale nasıl geldiği soruları sürekli olarak sorulmuştur. Yazımız da ayın neden yuvarlak olduğu sorusunu ele alarak bilim çerçevesi içinde cevaplarımızı vermeye çalışacağız.
Ay diğer büyük gezegenlerin de meydana gelme şekliyle hemen hemen aynı yollarla meydana gelmiştir. Yani küçük bir kopma veya parçalanma sonrasında gökyüzünde yalnız kalan cismin sürekli olarka tozlar yardımı ile beslenmesinden oluşmuştur. Bu beslenme aslında diğer tüm gezegenlerinde dahil olduğu bir beslenmedir. Daha sonra toz ve diğer parçalarla beslenen gezegene atmosferde her yöne eşit baskı uygulanır. Bu baskı sonrasında ise ayın yüzeyi diğer gezegenlerde olduğu gibi yuvarlaktır. Bu da ayın neden yuvarlak olduğu sorusuna verilebilecek tek cevaptır.
Peki ay diğer gezegenlerden mi kopmuş yoksa bir gökcisiminden mi parçalanmıştır? Gökcisminin dünyamıza çarpması sonucu çıkan parçaların bir arada toplanması ile oluşan ay aslında dünyamızın bir parçası olarakta evrendeki yerini almışıtr.

Safranı Bu Kadar Değerli Yapan Nedir?

Safran, aktarlarda satışa sunulan en değerli baharattır. Bırakın kilogram ile satın almayı, gramı dahi oldukça pahalıdır. İsterseniz şöyle net bir örnek verelim: 1 gram safran, 1 gram altından daha pahalıdır.
Nedenine gelince;
Bir kilogram safran elde etmek için safran bitkisinden 85.000 – 140.000 arası feda edilir. Onbinlerce safrandan bu kadar az ürün elde edilmesi oldukça şaşırtıcı geldi di mi? Safranın elde edilme süreci de oldukça zahmetlidir. Bu da fiyatı etkileyen ana faktörlerdendir. İspanyollar tarafından üretilen “mancha” adı verilen bir safran türü günümüzde 8300 pound civarı satılmaktadır. En değerli safran türü olarak bilinmektedir.
Safran mitolojide de kendine yer edinmesini bilmiştir. Milattan önce 1600′lü yıllara uzandığımızda, o yıllarda Girit Adasında yaşayan Minos Medeniyeti insanlarının safran toplayıcılığı yaptıklarını görürüz. Bunu medeniyetten kalan fresklerdeki izlerden anlayabiliyoruz. Büyük İskender, uzun, parlak ve turuncu renk saçlara sahipti. Arkeolojik çalışmalardan anladığımıza göre Büyük İskender saçlarını safranla yıkıyordu. Safran değerini tarih boyunca korumuştur. Çok eski tarihlerde dahi safranın, elmas ile eşdeğer bir fiyata sahip olduğunu görürüz.
Her zaman altından daha pahalı olmuştur. Çünkü üretimi zahmetli ve yetiştiriciliği azdır. Toplumlardaki elit tabaka insanlar tarafından kullanılabilirdi, kullanım alanı genelde şampuan şeklindeydi. 15. Yüzyıl Avrupa kaynaklarını incelediğimizde ise şunu görürüz:
O yıllarda İngiltere’de hüküm sürmekte olan VIII. Henry, safranı seyrelterek daha çok para kazanmak isteyen satıcıları idamla cezalandırırdı. Suçu ispatlanan kişiler, kazıklara bağlanarak canlı canlı yakılırlar ya da seyreltmiş oldukları safranlar ile birlikte açılan mezarlara canlı canlı gömülürlerdi. Essex bölgesinde bir şehir de adını safran bitkisinden almıştır. Bu şehrin adı Saffron Walden’dır. Bu şehirdeki insanlar safran ticaretiyle ilgileniyorlardı. Safran ticaretin kalbi konumundaydı diyebiliriz. Halk arasındaki inanışa göre 14. Yüzyıl Avrupasında yaşayan bir kişi Ortadoğu’dan dönüşünde bir safran bitkisi soğanı getirmiş ve onun ekilip çoğaltılmasıyla safran bu şehrin gözbebeği olmuştu.
Safran yetiştiriciliğinin önemini kaybetmesini incelediğimizde, uzakdoğudan getirilen çay, kahve, çikolata ve vanilyanın ana etken olduğunu söyleyebiliriz. Azalan üretime rağmen, safran günümüzde eski değerini korumakta ve halen altının bir gramından daha pahalıya satılmaktadır. Büyü çözmekte kullanılan baharatlardan biridir. Arapça kökenli bir kelime olup asfar kelimesinden türemiştir. Asfar’ın, Arapça’daki anlamı “sarı”dır.


Tarihin En Uzun Süren Depremi Nerede Oldu?

Tarihte bilinen en uzun süreli deprem İstanbul’da gerçekleşti. Tarihsel belgeler incelendiğinde bu depremin 14 Eylül 1509 tarihinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ve tüm dünyada büyük yankı bulan bu deprem 45 gün boyunca sürdü. Artçı depremlerin boyutları dahi yaşanan ana depremi aratmayacak büyüklükteydi. Yaşanan ana deprem ve artçı sarsıntılar yüzünden İstanbul adeta harabeye dönmüş, onbinlerce kişi yaşamını yitirmişti. Halk arasında büyük panik yaşanmış, Marmara Denizinin sularının bir hayli yükseldiği kaydedilmiştir. Hatta deniz sularının, Galata Surlarını dahi aştığı rivayet edilmiştir. Büyük İstanbul Depremi olarak bilinen bu deprem, günümüzde bir çok yerbilimci tarafından çeşitli kitaplara konu edilmiştir.
Depremden tarihi İstanbul surları ve tarihi eserler en az hasarla çıkmayı başarmıştır. Kandilli Rasathanesi açıklamalarını incelediğimizde de bu deprem üzerinde özellikle durulduğu ve olası İstanbul Depreminde geçmişteki verilerin analiz edilerek, yetkili devlet mercileri tarafından depremden en az zararla çıkılması için önlem paketleri üzerinde yoğunlaşıldığını anlamaktayız.

Tohumlar Hangi Yöne Doğru Uzar?

Dünya üzerinde bazı fiziksel kurallar vardır. Bu kurallar işleyiş bakımından dünya üzerindeki tüm hareketleri kontrol altına almaktadırlar. Bu hareketi kontrol alma sırasında ise bireylerin hayvamların ve bitkilerin yaptığı hareketler de bilimin konusu olmuştur. Bu düzeyde bilimin incelediği bilgilerin detaylarını ise yazımızın devamında bulmanız mümkün olacaktır.
Bitkiler ekildiği andan itibaren geçirdikleri kimyasal reaksiyonlar ile bir çok kez gelişim faaliyetini gösterir. Bu gelişim faaliyetleri arasında tohumun yeşillenerek büyümesi gerçeğide yatmaktadır. Bitki kısa bir süre gerekli besini topladıktan sonra doğayla buluşmak ister. Bu buluşma yönünün nasıl olacağı ise tamamen bitkinin ortaya koyduğu hareketler doğrultusunda meydana gelmektedir. Bitki bu dönemde köklerinin ve gövdesinin yaptığı hareketler sonrasında yönelmeyi tamamlamış olmaktadır.
Tohum içinde yetişen gövde ilk olarak taoprağı delmektede ve yerçekime karşı bir iş segilemektedir. Bu işlem sırasında yerçekimsel alanı hisseden bitkiler bu yön doğrultusuna zıt bir şekilde büyüme işlemlerini gerçekleştirir. Kökler ise gövdenin aksine yerçekimine doğru hareketlerini parelel birşekilde tamamlarlar. Kök toprokta yaptığı bu hareketi kolaylıkla gerçekleştirirken gövdede meydana gelen büyüme ise yerçekime zıt olduğu için bitkiler açısında büyük zorluklara neden olabilmektedir.

Atmosferdeki Oksijen Oranı Azalabilir mi?

Dünyamızın değişilmez ve vazgeçilemez kaynaklardan biride hiç kuşkusuz oksijendir. Bu gaz insanların yaşamsal faaliyetleri içinde oldukça önemli olmasının yanında insanlar kadar hayvanlar ve bitkilerinde sürekli olarak kullandığı bir gazdır. Atmosferde sürekli olarak bulunan bu gazın oranında herhangi bir değişikliğin olması mümkün olabilir mi? Oran değişirse insanlar ve diğer canlılar üzerinde ki etkisi neler olur? Oranın sabit tutulması için evrende kendiliğinden gelişen bir sistem varmıdır? Tüm b usorularımızın cevapları yazımızın detaylarında.
Avustralyada yapılan çalışmalarda dünya üzerinde yani atmosferde bulunan oksijenin oranı tam olarak ifade edilmiştir. Yaoılan araştırmalarda oksijenin diğer gazlara oranla bulunma yüzdesi tam olarak 20.95 şeklinde belirtilmiştir. Yine aynı araştırma son yıllardaki oksijen oranınıda incelemiş ve birbirinden ilgin. sonuçlarla karşı karşıya kalmıştır. Bu çalışmalarda bir önceki 10 yıla göre oksijenin oranında yaklaşık olarak 0.02 yüzdesinde bir azalma görünmüştür.
Bu azalma insanların yaşamlarını olumsuz yöne etkileyebilecek kadar büyük bir azalma değildir. Bu azalmanın nedenlerini de araştıran bilim insanların son yıllarda olan orman yangınları ve yakıt kullanımı artmasının bu oranı doğrudan etkilediği sonucuna varmıştır. Ön görülen çalışmalarla bu oranın tekrar eski haline getirilmesi hedeflenmektedir. Bu oranın daha da düşmesi sonucunda dünyayı olumsuz bir çok yeni olay bekleyebilir.
Dünya üzerinde diğer gazların ve oksijen gazının oranını sabitleyen hiç bir yapı yoktur. Yani bu oranın korunmasını sağlayan tek varlık insandır.

Ağaçlar Neden Yıldırımı Çeker?

Yağmurlu günlerde ağaçların altında durmamız gerektiği sürekli olarak büyüklerimiz tarafından söylenmektedir. Gündelik olarak elde edilen bu bilgi yaşanılan acı tecrübelerin bir sonucu olarak insanların hafızasına iyice kazınmıştır. Bir çok kez bu durum ile karşı kaşıya kalan insanlar aynı durumun tekrarlanmaması için bir çok kez aynı uyarıyı tekrarlar.  Bunların sürekli olarak tekrarlanması ile kişilerin hafızasında yer eden bu durum bazen irdelenir.
Neden yağmurlu günlerde ağacın altında durulmayacağı sorusuna verilen yanıt oldukça basittir. Yıldırım çarpmasında en çok etkilenen bölgeleri arasında yer alan ağaçların altında olmak ise bu felakate mağruz kalma sonucunu doğurmaktadır. Bu sonuç yazımızın başında belirtildiği gibi olumsuzluklarun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Peki ağaçlar neden yeryüzünde yıldırımı çeker halde bulunmaktadır? Sorumuzun yanıtı aslında yük alışverişi sırasında yapılan değişikliğe neden olmaktadır. Gökyüzünde yüklenen bulutların yer yüzü ile buluşması esnasında daha yüksekte ve daha sivri olan objeleri seçmesi ise kaçınılmazdır. Bu objelerin başında ise ağaçlar gelmektedir. Sivri ve yeryüzünden yüksek olmaları nedeniyle daha çok yüklenen ağaçlar yıldırımı çekmek konusunda oldukça yeteneklidir. Bunun sonucunda ise özellikle bir bölgede az sayıda olan ağaçlar yıldırımı kolaylıka çekebilir. Yapılması gereken kişilerin bu anlarda ağaçların altında sığınmalarını engellemek ve dhaa korunaklı bir alana alınmasını sağlamaktır.

Ortaçağ’da İnsanlar Dünyanın Şeklini Nasıl Yorumluyordu?

Ortaçağ ve öcensinde astrolojik gelişmeler sürekli olarak gelişim eğilimi göstermiştir. Bu dönem içinde bir çok kez bir önceki bilgi üstüne bir yenisi eklenerek var olan bilgilerin geliştirilmesi sağlanmıştır. Bir çok kez araştırma yapan bilim insanların yaptıkları araştırmaların geçmişten güç aldığı konusunda yine aynı şekilde hem fikiri olmuşlardır.
Bu durum neticesinde yapılan araştırmalarda ise ortaçağ insanlarının dünya bakış açısı oldukça dardır. Henüz yeni keşfedilmiş kıtalar ve doğal şartlar dünyanın şekli hakkında insanların yorum yapacağı kadar tanınmamıştır. Bu tanımların daha düzgün olması için bir kaç bilim insanı girişimlerde bulunsada bir sonuca varamamıştır. Fakat inançlar ve inanışlar dünyanın şekli hakkında bir kaç görüşü ortaya atmıştır. Bu görüşlerin başında ise dünyanın düz olduğu iddiasıdır. Bu duruma inanan ortaçağ insanları kendince ortaya bilgiler ve bazı doğal olayları örnek göstermişlerdir. Bir diğer inanış ise dünyanın tepsi şeklinde olduğu inanışıdır. Bu inanış aslında dünyanın hareketleri sonrasında ortaya çıktığı iddiası ile ortaya atılmıştır. Ortaçağdan günümüze gelene kadar yapılan araştırmalar ile dünyanın şekli insanların kafasında daha iyi şekillenip daha iyi bir şekilde yorum yapılması sağlanmış olmaktadır. Bu durum aslında bir çok kez irdelenmiş olsada hala inançları gereği dünyanın yuvarlak olduğuna inanmayan yüzlerce kişi vardır. Bu bilgilerin tamamen aldatmaca olduğunu ileri süren bu grup defalarca bilimsel araştırmaları ve görüntüleri red etmiştir.

Uzaya Çıkan İlk Hayvan Hangisidir?

Uzaya yapılan seyahetlerde ilk olarak olarak meyve sinekleri götürülmüştür. Bu tür sineklerin tercih edilmesinde ise bir çok bilimsel gerçek yatmaktadır. Bilim insanları bu tür bir hayvan seçerken şu faydalarını göz önünde bulundurmuşlarıdır. Meyve sinekleri diğer hayvanlarının aksine daha hızlı üreyebilen ve yaklaşık 15 gün içinde yeni jenerasyon üretebilen canlılardır. Bu sayede daha fazla canlı ortaya çıkmış olmaktadır.
Aynı şekilde meyve sinekleri gen potansiyeli olarak insanlara benzer özellikler taşımaktadır. Bu özellikler sayesinde insanların yakalanabileceği hastalıkların bir çoğunu önceden tespit edebilmektedir. Meyve sinekleri bir diğer özelliği ise narkoza karşı verdikleri tepkilerdir.
Daha sonraki denemelerde ise ilk olarak yosun daha sonra ise maymunlar uzaya götürülen diğer hayvanlar olmuşlardır. Fakat giden maymunların ilki daha uzaya ulaşamadan ölmüştür. Daha sonraki denemelerde ikinci maymun uzaya gitmiş dönüşte kurtarma paraşütü çalışamadığından yine ilki gibi ölmüştür. Gidip gelebilen diğer bir maymun ise döndükten 2 saat sonra yaşamını yitirmiştir.
Amerikanların maymun götürme sevdasının yanında Ruslarında köpek götürme alışkanlıkları olmuştur. Bir çok denemede ulaşılan sıcaklığa dayanamayan hayvanlar daha yolun en başında ölmüşlerdir. Fakat Rusların yaptığı bazı özel alanlar ile köpeklerin uzaya çıkarılması mümkün olmuştur. Bilimsel amaçlarla götürülen bu hayvanların bazen bilimden uzak sadece reklam amaçlı yapılan bu hareketlerle ölmesi ise dünya kamuoyu üzerinde önemli baskıların gelmesine neden olmuştur.

29 Mart 2011 Salı

Uçaklar Nasıl Arkalarında Duman Bırakırlar ?

Çocukların gökyüzünde uçakları izledikten sonra en çok sordukları soruların başında bu gelmektedir. Uçak uçtuktan sonra arkasında bıraktığı duman ile sanki gökyüzünde uzun bir bulut oluşturmaktadır. Uçağın bu hareketi sonrasında oluşan bulutun nasıl ortaya çıktığı sorusu ise özellikle çocukları tarafından sürekli sorulmaktadır. Çocukların sormasının yanında büyüklerinde merak ettiği bu durumu yazımızın devamında ayrıntılarıyla ele alacağız.
Bir bulut gökyüzünde oluşması için yeryüzünden yükselen havanın sürekli olarak sıcaklığını korumasıyla mümkündür. Gökyüzüne çıkacak olan bu hava toz parçalarınında tutunması ile daha da görülür bir hal almaktadır. Bir çok kez yapılan araştırmada bu toz parçacıklarının diğer gezegenlerdende gelebileceği gerçeği gün yüzüne çıkmıştır.
Uçaklarda ise bu durum yine aynı şekilde gerçekleşmektedir. Yakıt yakarak uçan uçaklarda çıkan gaz yüksek bir sıcaklıkla gökyüzüyle buluşur. Bu buluşma sonrasında ise havanın soğuk olmasından gaz süblimleşme gösterir. Süblimleşme sonrasında ise daha ögrünür bir hal alan gaz sıvı bir hale geçmektedir. Bu durum sonrasında ise gökyüzünde uçağın arkasında sanki bir bulut oluşuyormuş havası ortaya çıkmaktadır. Daha sonra yavaş yavaş dağılan bu bulutlar gökyüzündeki görünürlüğünü kaybeder. Bu işlem sürekli olarak uçakların arkasında tekrar etmektedir. Bu işlemleri gökyüzünde uçan bir uçağın uçma esnası sırasında görmeniz mümkün olacaktır.

Floresan Lambalar Neden Daha Ekonomiktir ?

Floresan lambalar ilk olarak 1939′da New York’ta düzenlenen fuarda General Electiric tarafından kamuoyu beğenisine sunulmuştur. Günümüzde hala kullanılmaya devam eden ampüller ile yarış içinde olan floresanlar tuvalet ve banyo ggibi mekanlarda sağladığı ışıkla galip gelirken atak odalarında ampül kadar romantik olamayıp savaşı sadece o odada kaybetmiştir. Savaşın genel anlamda galibi ise floresan lambalar olmuştur.
18 wattlık bir floresan lambanın 75 waatlık bir ampül ile aynı saviyede ışık  vermesi ise bu savaşın galibiyetini haklı çıkarmaktadır. Ampüllere göre daha az enerji ile çalışan floresanlar %75lik bir tasarrufuda beraberinde getirmektedir. Piyasa satış fiyatlarının ampüllere göre daha fazla olmasına rağmen sağladığı tasarruf ve uzun ömür sayesinde kendisini daha uygun bir hale getirmektedir.
Peki bu ekonomik yapıyı hangi sistemler sağlamaktadır? Floresana bağlı anahtar açıldığında çıkan elektirik ilk olarak tüpün en ucundaki eloktror ile bir ark oluşturur bu ark içinde bulundurduğu enerji ile cibayı buharlaştırır. Bu buhar elektirik yüklenerek gözlerimizin algılayamayacağı şekilde ültraviyo ışınlar üretirler. Tüpün iç yüzeyine çarpan bu ültraviyole ışınlar görüntünün oluşmasını sağlamaktadır.

Sarı Renk Neden Gözleri Yorar ?

Renkler güneş ışınlarını yansıtması ile kendileri için de belli kategorilere ayrılmaktadır. Bu kategorilenme sonrasında ise bazı renkler güneş ışınlarını yansıtırken diğer renkler ise ışığı yansıtmadan soğurmaktadır. Yansıma esnasında ise gelen ışığın ısı enerjisinden yararlanılmamakta ve sadece ışık yansımısı sağlanmaktadır. Bu durum aslında soğurma işlemi için de tam tersi şekilde gerçekleşir. Gelen ışıklar koyu renkler vasıtasıyla soğrulur ve ısı enerjisi bu sayede depolanmış olmaktadır.
Işığı yansıtan renklerşn başında ise sarı rengi gelmektedir. Gelen ışınları olduğ gibi yansıtabilen bu rengin sadece açık renkleri gözlerde yorma yapabilir. Bunun sebebi yukarıda açıkladığımız gibi açık renklerin ışığı yansıtmasından kaynaklanmaktadır. Bu yansıtma esnasın da aynen aldığı ışığı direk olarak göze gönderir. Bu durum sonrasında gözde zorlanma da meydana gelebilir.
Gözde zorlanma meydana gelmesi ise bağlantılı diğer organ sinirsel bir şekilde gerilir ve baş ağrısı uzun süre bu renge bakılınca ortaya çıkabilmektedir. Bir uyarı niteliğin de olan bu renk çoğu yerde ve  mekanda uyarı rengi olarakta kullanılmaktadır. Özellikle trafikte sürücülerin dikkatlerini çekme açısından oldukça önemli olan bu renk bir çok defa trafik levhalarında ve çevresinde tercih edilmiştir. Kavşaklarda sürücülerin dikkatlerini toplamak için kullanılan bu renk polislerin ve diğer çalışanların üniformalarında da yerine almıştır. Bu sayede daha kolay farkedilebilen yetkli kişi olay yerinde diğer kişilere nazaran daha kolay farkedilebilir.

Aborjince Kanguru Ne Demektir ?

Avustralya’nın yerli halkı olan Aborjinler, İngiliz istilâsı başlamadan önce binlerce yıl boyunca Avustralya’da barış içinde yaşadılar. İstilâyı müteakip yerli halk katledildi ve getirilen aborjin kellesi başına paralar verildi. Kanguru kelimesinin aborjin dilinde “bilmiyorum” anlamına geldiği bu dönemden gelen bir halk efsanesidir.
Oysa ki Kanguru kelimesi aborjin dilinde “Bilmiyorum” anlamına gelmez. Bu diğer insanların uydurmasıdır. Kanguru kelimesinin kökenini incelediğimizde Botany Körfezi’ne ulaşırız. Bu bölgede konuşulan Guugu Ymithirr dilinden gelir Kanguru (ganguru) kelimesi. Aborjinlar kangurulara “büyük gri” ya da “siyah kanguru (Marcropus robustus)” demişlerdir. İngilizler ise bu farklı iki kelime dizisini gördükleri her kanguru için ortak kelime olarak kullandılar.
Baagandjiler ise kanguru kelimesinin türediği Botany Körfezine yaklaşık 2300 km uzaklıktadır. Yine Baagandjiler, Guugu Ymithirr dilini hiç bilmiyorlardı. Bu ilginç kelimeyi ilk kez İngiliz sömürgecilerden öğrendiler “Geçmişte kimsenin haberdar olmadığı hayvan” anlamında kullanıldığını sandılar. Ve yine çok ilginçtir. Daha önce hiç at görmemiş olan Baagandjiler bu kelimeyi İngiliz Sömürgecilerinin bindikleri atlar için kullandılar.

Erkek Bebekler Neden Mavi Giyer ?

Bu gelenek aslında yüzyıllar önce ortaya çıkan bri inanış biçimin bir sonucudur. Bu inanış biçimi insanların yaşam şekillerini etkilerken aynı zamanda yeni doğan çocuklarının da bu inanış biçimine göre yaşamasına neden olmuştur. Bu yaşamsal biçim önceden gelen inanışın bir sonucu bir gelenek olarak günümüze kadar gelmiştir.
Yüzyıllar önce insanlar özellikle inanış biçiminden başlarına gelebilecek tehlikeleri önlemek için bir çok yola başvurmuşlardır. O dönemde özellikle şeytanların varlığına ev insanlara zarar verebileceğine inanan insanlar buna karşı önlemler almaya başlamıştır. Şeytanların özelikle küçük yaştaki çocuklara ve bebeklere girerek onların ruhlarını ele geçireceğine inanan insanların bir çok farklı yönteme başvurmuşlardır. Bu yöntemlerden en önemlisi ise çocukların ve bebeklerin giysilerinde tercih edilen renkler olmuştur.
Şeytani güçlerin gök mavisiyle kovulduğu inancınında hakim olması ile yeni doğan bebeklerin bu renkle giydirilmesi bir inanış haline döndü. Neslin devamının erkekler tarafından sağlandığı gerekçesiyle ortaya çıkan bu inanış sadece erkek çocukların ve bebeklerin mavi üstlerle giydirilmesini öngörüyordu.
İlerleyen yıllarda gelenek haline gelen bu durum insanların sürekli tercih ettiği bir durum haline gelmeyi başardı. Fakat kız çocuklarınında erkekle aynı öneme sahip olması ile onlara özel bir renginde olması gerektiği düşünüldü. Özellikle renkli çiçeklerin bir çoğunun kırmızı ve tonlarının olması kız çocukların bu renklerle giydirilmesine neden oldu. Yani erkeklerin mavi
giyme geleneği uzun yıllar sonra kız çocuklarınında farklı giymesine neden oldu.

Dart Tahtasındaki Sayıların Dizilişinde Bir Anlam Varmıdır?

Dart oyunu temeli 1600 lü yıllara dayanan ve diğer oyunlara nazaran daha az ilgi görmüş ve gelişmiş bir oyundur. Bu oyun yüzyıllar boyunca fazla bir değişikliğe mağruz kalmadan uzun yıllar boyunca meraklıları tarafından oynanmaktadır. Bunun sonucunda ise oyunun geçmişi hakkında detaylı bir bilgiye ulaşılmasını imkansız bir hale getirmiştir. İnsanlar bu oyuna daha sonralarda el atmış ve bir kaç küçük değişiklikle günümüzdeki halini almasını sağlamışlardır.
Dart oyunu ilk kullanılmaya başladıktan sonra asıl olarak 1800lü yıllarda barlarda oynanmış ve asıl olarak o dönemlerde popülerlil kazanmıştır. Bir çok sayının düzensiz bir şekilde sıralanmış olmasının tarihte yapılan araştırmalarda karşılığı çıkmayınca bu dizilimin rastgele olabileceği sonucu ortaya çıkmıştır.
Yapılan araştırmalarda köklerine gidilemeyen bu oyunun diziliminde 4, 20, 1, 16, 6, 17, 8, 12, 9, 14, 5, 19, 2, 15, 3, 18, 7, 11, 10, 13 sırasın kullanılmış ve bu sıra sürekli olarak oyuncular tarafından irdelenmiştir. Matematikçiler yapılabilecek en uygun sırasının ise 1, 19, 3, 17, 5, 15, 9, 12, 7, 10, 13, 8, 11, 14, 6, 16, 4, 18, 2, 20 bu şekilde olacağını belirtmiştir. Bu sıralamanın yapılma amacı ise dart oyuncularının yüksek puanları hedeflemesi ve bu hedefleme sonucunda ise atılan dart okunun hedef saparak daha düşük bir puana gitmesi sağlanmıştır. Bu da oyuna yeni bi renk ve heyacan getirerek ilgi çekmesine neden olmuştur.

Elma Kesildiğinde Neden Kararır?

Mevye ve sebzelerin bazıları kesildikten sonra veya darbe aldıktan sonra var olan renklerini kaybederek yeni ve dah akoyu bir hal alırlar. Patates, elma veya armut gibi meyve ve sebzeler bu farklılığa uğrayan ürünlerdan sadece bir kaçıdır.
Bu neyce ve sebzeler binlerce hücreden meydana gelmektedir. Bu hücrelerin çalışmasını sağlayan bir çok enzim bulunmaktadır. Bu enzimler üzerinde ise bir çok kimyasal madde ortak olarak çalışmaktadır. Bu kimyasallardan biride polifenol oksidaz enzimidir. Bu enzim oksijen ile temas ettiğinde kararma eğilimi gösterir. Bunun sonucunda ise meyve veya sebzeler kesildikten hemen sonra kararmaya başlar.
Örneğin elmaların kesilmesi sırasında bir çok hücrede kesilme ile ikiye bölünebilir. Bu bölünme sonucunda hücre içinde bulunan polifenol oksidaz enzimi gün yüzüne çıkar. Anında oksijen ile temas haline geçen bu enezim bir süre sonra kararmaya başlar. Bu kararma yine elmanın darbe görmesi sonucundada ortaya çıkabilir.
Soyulan mevye veya sebzelerin kararmasını önlemek için bir çok yöntem sizleri bu durumdan kurtarabilir. Soyulan bu ürünler eğer bir tabak suyun içinde saklanırsa hava ile teması kesilen polifenol oksidaz enzimi kararmaz ve bu sayede ürünlerin kararması önlenmiş olmaktadır. Yine aynı şekide c vitamini polifenol oksidaz enzimlerinin hava ile temasını engellemektedir. Soyulan ürünlerin üzerinde limon sıkılırsa polifenol oksidaz enziminin yine teması kesilir ve bunun sonucunda kararma meydana gelmez. Sizde bu gibi yöntemleri kullanarak kararmaların önüne geçebilirsiniz.

Kumaşlar Yıkandıktan Sonra Nasıl Çeker ?

Bir çok giyecek alındığın bu soru akla gelir. Alındıktan sonra uygulanan yöntemler her defasında çekmeye karşı olmuştur. Alınan üstleri muhafa etmenin en önemli şartlarından biri mutlaka çekmelerini önlemek ve ona karşı önlemler almaktır. Peki neden kumaşlar yıkandıktan sonra çekerler? Yıkama esnasındamı yoksa kurulama esnasın da mı çekme meydana gelir? Soğuk su mu yoksa sıcak su mu çekmeye neden olur? Kumaşların çekmemesi için nasıl yöntemler uygulanmalıdır?
Tani çekme faaliyetinin gerçekleşmesi için bir çok şartın bir araya gelemsi gerekmektedir. Kot veya diğer kumaşların çekmesi birbirinden oldukça farklıdır. Çekme işlemi aslında liflerin veya iplerin boylarında veya çaplarında meydana gelen değişikliklerdir. Bu değişikliklerin önüne geçmek için son dönemde üreticiler daha fazla düğüm içeren giyecekler üretmeye başlamıştır. Bu sayede giyecekler daha sağlam bir yapıya bürünmektedir. Sağlam yapıya bürünen bu giyeceklerin çekme ihtimalide bir okadar düşmektedir.
Kumaşlar bu nedenle yıkandıktan sonra çekmeler yaşar bu çekmelerin durması için en az 2 kere yıkanma olması gerekmektedir. Çekme işlemine neden olan faaliyetler sıcak su ve kullanılan deterjanın özelliğindendir. Bu sonuçların bir araya gelmesi ile çekme işlemi tamamlanmış olur. Bu durumun önüne geçmek için yıkanacak ve yıkanması planlanan üstler makineye atılmadan önce çekme işlemine tabi tutulmalıdır. Bu işlem sayesinde genleşen kumaşlar daha sağlıklı bir şekilde giyilebilir. Makinede uygun sıcaklıkta yıkandığında ise çekme olasılığı sıfıra iner.

Mum Neyden ve Nasıl Yapılır ?

Mum çağımızın gereksinimleri arasındaki yerini hızla kaybetmeye devam ederken elektiriklerin gittiği dönemlerde ise evlerimiz de ilk olarak aradığımız ve kullanmaya başladığımız malzemlerin başında gelmekte. Sağladığı loş bir ışık ile romantik bir havayı bizlere veren bu maddenin yapılması ise bazılarına göre oldukça kolay bazı kişilere göre ise oldukça zordur.
Mumun yapılmasında kullanılan ve mumun hammaddesi olan madde parafindir. Aynı zamanda bal mumundan da mum yapılması mümkün olmaktadır.  İlk olarak 70 derecede ısıtılan parafin sıvı bir hal almaktadır. Daha sonra uygun kıvama gelen bu madde ortasında ftil bulunan bir kalıp içine yerleştirilir. Oda sıcaklığında bir kaç gün bekletilen bu madde daha sonra daha sıkı bir hal alması için bozdolabı içinde bekletilmeye devam etmektedir. Bu aşamada daha sağlam bir hal alan parafin kalıptan çıkarılmaya başlamaktadır. Bu işlem sonrasında ise ftil yani ipin bir kısmı kesilerek uygun boyutlara ipin getirilmesi sağlanmaktadır.
Zemine uygun bir şekilde konulması için uygun şekilde altı kesilen mum yanmak için hazır bir hale getirilmiş olmakta ve satışa hazır bir hal almaktadır. Evde kullanımı sırasında devrilmesiyle büyük yangın facialarının çıkması mümkün olması nedeniyle yakıldıktan sonra göz önünde ve kolay müdahale edilebilir bir halde olması çok önemli bir detaydır. Ayrıca mumun renklendirilmesi veya kokulandırılması için de yine üretim aşamasında uygun kimyasallar ile yapılması gerekmektedir.

28 Mart 2011 Pazartesi

Gıdaları Korumak İçin Neden Dondurucular Kullanılır?

Günümüzde bulunan evlerin bir çoğunda artık dondurucular ve diğer koruma eşyaları mutfaklardaki yerini almaktadır. Bu yapıdaki ürünlerin sürekli olarak yaptıkları iş ise gıdaların korunması ve muhafaza edilmesidir. Bu işlemleri eksiksiz olarak yapabilen bu sistemlerin gıdalar üzerindeki etkileri nelerdir? Nasıl oluyorda gıdalar daha fazla bir süre sonra bozulma eylemi göstermektedir? Bozulma işlemini geciktiren önlemler neler olabilir? Tüm bu soruların cevaplarını ayrıntılı bir şekilde yazımızın devamında bulabilirsiniz.
Dondurucular yapıları gereği bir odadan oldukça soğuk ve bakterilerin çoğalmasını engelleyecek kadar sıcaklıklarını azaltan yapılardır. Bu yapıların zaten gıdaları korumalarındaki temel amaçta budur. Bir çok kez geliştirilme fırsatı bulan dondurucular bakterilen hızla çoğalmasını engeller ve ürünlerin bozulmasındada gecikmeye neden olmaktadır.
Dondurma işleminin yanında ısıtmada bazen gıdaların korunmasında etkili bir rol oynamaktadır. Yine aynı şekilde turşu yapılırken kullanılan sıvıda bakterilerle ilgili ve bozulmayı geciktiren bir yapıdır. Korumadaki temel amaç yazımız da belirttiğimiz gibi bakterilerin kolayca artmasını engellemek ve bu bakterilerin azalmasını sağlamaktır. Hızlı bir şekilde çoğalabilen bakteriler dondurucudaki sıcaklıkta gelişme faaliyeti bulamayarak gıdaya vereceği zarar minumuma indirilmiş olmaktadır.

Havlular Neden Kokuşur?

Banyo sonrasında tertemiz ve kurulanmayı bekleyen bir vücut vardır. Kurulama işlemi yaptıktan sonra havlunan çok kısa bir süre sonra kokuşması ev hanımlarının ve diğer ev fertlerinin canını sıkan önemli olaylardan biridir. Peki tertemiz bir vücuda temas eden bu havlular neden bu kadar çabuk ve hızlı bir şekilde kokmakta ve kirlenmektedir? Bu işlem neden bu kadar hızlı bir şekilde gerçekleşir? Tüm bu soruların cevabını yazımızın detaylarında bulmanız mümkün olacaktır.
Havlular kurulama işlemi sırasında vücudumuzda bulunan derileride içerisine almaktadır. Yıkanma sırasında ve sonrasında deride bulunan ölü deriler su ile gitmez bu derilerin çıkarılması görevide havlulara düşmektedir. Ayrıca diğer odalar nazaran daha sıcak olan banyolarda ölü derilerle kaplı olan havlunun kokuşması ise daha kolay olmaktadır. Sıcaklık artması sonucunda bakteriler daha hızlı bir şekilde ürerler ve bu üreme sonrasında ise kokma daha da fazla hissedilir.
Bu kokmanın önüne geçilmesi için yapılması gereken en önemli davranış nem oranının en aza indirilmesidir. Bu oran ne kadar az olursa bakterilerin çoğalmasıda o ölçüde azalacaktır. Ayrıca deri yüzeyi çok sert cisimlerle temizlenirse deri soyulacak ve yine kokma sürekli olaral artacaktır. Bunun önüne geçmek için yapılması gereken en önemli detay deri yüzeyinin yumuşak bir cisimle temizlenmesi olacaktır.

Kobaylar Niçin Kullanılır ?

İnsanlar yaşamında bir çok kimyasal ve bitsikisel ilaçları besinleri veya farklı yapıları tüketmektedir. Bu yapıların temel özelliği ise insanlara zarar vermeyecek olmalarıdır. Bu durumları sağlayan ürünler diğerlerinden bir basamak üste çıkarak daha güvenilir ve daha fazla satılır hale gelmektedir.
Özellikle sağlık sektöründe bu denetimler oldukça fazladır. Bu denetimlere tutulmayan ürünler kuruluşlar tarafından onay alamayıp piyasadan hızla çekinirler. Bu uygulumaların asıl amacı üretilen sağlık ürününün bir canlıya uygulandığında ortaya çıkabilecek etkiler veya yan etkilerin gözlenmesidir. Bu olayların teorideki bilgiyi pratiğe aktarması asıl olan uygulamadır.
Kobaylarda tam bu noktada devreye girmektedir. Üretilmiş olan ürünün piyasaya sürülmeden önce klinik çalışmada kullanılması gerekebilir. Klinik çalışmada ilaçların veya diğer ürünlerin denendiği canlılar bazen hayvanlar bazende insanlar olabilmektedir. Bu durumlarda elde edilen veriler ilaçların kullanımı ve yan etkileri açısından bazı ipuçlarını da bize vermektedir.
Günümüz de laboratuvarlar da kullanılan hayvanların bir çoğu fare ve sıçanlardır. Yapıları itibari ile ilaçlara çok hızlı tepki veren bu canlılar bilim insanları tarafından da tercih edilmektedir. Tavşan, köpek gibi hayvanlar bazı çalışmalar da kobay olarak kullanılsa da genel itibariyle fazla tercih edilmezler.
Fare ve sıçanlar üzerinde uygulanan deneyler sayesinde bir çok kişinin hayatının kurtulmasına neden olmuştur. Özellike difteri için geliştirilen ilaçlar fareler üzerinde denendikten sonra çocuklara uygulanmış ve yüzbinlerce çocuğun bu hastalıktan korunması sağlanmıştır.

Diş Neden Sızlar ?

Diş sızlamasının bir çok nedeni bulunmaktadır. Mine üzerindeki aralıklar ve diş eti çekilmeleri de dişin sızlamasına etkidir. Dişteki çürükte dişin sızlamasına etkendir. Fakat en çok sızlama nedeni diş çekilmesi ve diş çekilmesinden sonra oluşan yumuşak dokudur. Aynı zamanda derin çürükler olduğunda sıcaklık veya soğukluk kavramında maddeler değdiğinde dişlerde hassasiyet olduğundan sızlama başlıca hissedilir. Açıklık olan dişlerin açıklık yüzeyi kapatılmalıdır. Bir an önce kapatılmayan diş açıklıkları daha sonradan zar zor tedaviye sokulur. Tedaviye sokulmadığı takdirde dişin çürümesi ilerlemektedir. Eğer ki hasta dişlerini doğru şekilde fırçalamıyorsa ve kapanma esnasında sorun varsa diş yüzeyinde oluşan aşınmalarla ciddi diş hastalıkları meydana gelebilir. Tedaviye adım atılmayan problemler problemin giderek artmasına yol açar.
Dişin hassasiyetine göre tedavi veya çözüm bulunmakta ve uygulanmaktadır. Diş hassasiyetinin sebebi eğer diş eti çekilmesi ise doktor tarafından bir dolgu ile diş yapılır ve aşındırmadan diş ve ağız sağlığı sağlıklı bir şekilde uygulanır. Bu sayede estetik olarak hem koruyu estetik görünüm sağlanır hemde sağlıklı bir yapıya kavuşmuş oluruz. Hassasiyet bakımından sorun oluşmasına yol açan yalnış fırçalama ve dişlerin sıkılması ortadan kaldırılarak bir daha sağlıksız dişlerin oluşmamasına zemin hazırlanmalıdır.Dişlerde hijyende her bakımdan önemlidir. Hijyenik bir ağız içerisinde mikrobun yayılması olasığ değildir. Bu yüzden dişlere sık sık bakım uygulaması yapmalıyız. Dişteki hassasyet kavramı eğer ki çürükten meydana geliyorsa ozaman çürük yeri temizlenmeli ve dolgu yapılmalıdır. Eğer ki çürük ilerlemişse ozaman kanal tedavisine başvurulmalıdır. Hastanın diş problemi eğer dişlerin çarpıklığından kaynaklanıyor ise çarpıklık tedavisi uygulamaya sürülür ve diğer dişlerde de düzelme meydana gelir bunun sonucundada diş eti çekilme sorunu ortadan kalkar. Dişlerimiz bizler için önemlidir çünkü dişler her zaman görünüm ve ağız sağlığını destekleyici etmenlerdir.

En Çok Görülen Hastalık Hangisidir?

Dünya üzerinde çeşitli kültürlerin ve yaşama standartlarının olduğunu hepimiz çok iyi olarak bilmekteyiz. Ülkelerin sosyal ve ekonomik durumları ise bazı olumsuzlukların doğmasına hatta insanların yaşamasına büyük bir zarar vermektedir. Dünya sağlık örgütü bu verileri elinde bulunarak 1999 yılında dünya üzerinde bulunan hastalıkların bulunma olasılığını yayınlamıştır.
Veriler verdiği sonuçlara göre pekte şaşırtıcı olmamaktadır. Dünya üzerin de en sık görülen hastalık bronşittir. Bunu sırasıyla ishal, depresyon ve HIV/AIDS hastalıkları takip etmektedir. Yapılan araştırmada dünya üzerinde bulunan kadınların %10′nu ve erkeklerin de %5′i ciddi anlamda depresyon geçirmiş ve tedavi görmüştür.
Ülkemizde depresyon geçirme oranında ise kadınların %24′ü erkeklerin ise sadece %3′ü bulunmaktadır. Britanyada depresyona giren bireylerin sayısı yaklaşık 7 milyondur. 2000 yılında ülkede yazılan depresyon ilaç reçetesi sayısı ise 10milyondan fazla olarak kayıtlarda yerini almıştır. Bu hastalığın devlete olan yükü ise yaklaşık 8 milyar pounddur. Avustralyada 5 yaşından küçük ve depresyon tedavisi gören binlerce çocuk bulunmaktadır.
Bangladeş gibi sosyal  ve ekonomik durumu yetersiz ülkelerde ise en yaygın hastalık ishaldir. Bunu HIV/AIDS ve diğer virüslü hastalıklar izlemektedir.

Ağrı Nedir? Nasıl Oluşur?

Ağrı insanların sinir sistemini, dolaşım sistemini ve diğer mekanizmalarını yakından ilgilendiren olaydır. Ancak vucüdün bazı bölgelerinde oluşan ve çekilmez bir hal alan ağrıların tam olarak nedeni çözülebilmiş değildir. Fakat ağrılar doktoların hastalığı teşhiş etmesinde önemli bir yere sahiptir.
Ağrılar psikolojik ve fiziksel olarak gruplandırılabilir. 4 farklı çeşiti olan ağrıların ilki parmağınıza vurulan bir çekicin size hissettirmiş olduğu ağrılardır. Bu ağrılar herhangi bir darbe sonucunda ortaya çıkar ve anlık olarak hissedilir. İkinci ağrı çeşidi ise migren romatizma gibi ağrılı hastalıklardır. Üçüncü ağrılar ise genellikle matık dışı olarak görülebilir. Bu ağrılar yıllar önce zarar gören kolun yıllar sonra ağrıması gibi ortaya çıkabilir. Dördüncü tip ağrılar ise tamamen hayal  olarak ortaya çıkar. Bu ağrılar hiç bir tesiri olmayan ilaçlarla ortadan kaldırılabilir.
Peki ikinci grupta belirttiğimiz ağrılar nasıl oluşur? Vucüdumuz da bulunan kasların aşırı yorulması ve haraketsiz kalması sonucu oluşan bu ağrılar bazen dayanılmaz bir hale gelebilir. Bu ağrıları gidermek için uzun yıllar boyunca farklı metodlar aranmıştır. Bu metodların arasında en başta sıcak su kullanımı ve sıcak olan bir cismin ağrıyan yere tutulması ile başlamıştır. Tamamen beyinde bulunan sinirlerin hareketleriyle oluşan bu ağrılar ilaçlar ilede tedavi edilebilmektedir.
Ağrı üzerine en etkili ilaçların başında ise haşhaştan elde edilmiş morfin ve hepimizin hayatında oldukça büyük bir yeri olan söğüt kabuğundan yapılmış olan asprinler yer almaktadır. Ayrıca ağrı tamamen insanlar da görülen bir olaydır. Hayvanlarda ağrı gibi sinirsel bir olay görülmemektedir.

Göz Seyirmesi Neden Olur?

Bir çok insan vücudunun çeşşitli bölgelerinde meydana gelen seyirlemelere şahit olmuştur. Fakat içlerinde en ilginç ve rahatsız edici olanı ise göz seyirmesidir. Vücudumuzda bulunan en önemli organlardan gözümüzün seyirme sebebi nedir?
Genellikle bu tür seyirmeler iyi huylu olarak kendilerini göstermektedir. Gün içinde yaşanan yorgunluk veya stres bu seyirlemelerin ana nedenini oluşturabilir. Göz kapağımızın çevresinde bulunan kaslar oldukça hassas ve hızlı çalışan yapılardır. Stres yorgunluk bu hassas kasların titreşim hareketi yapmasına neden olabilir. Bu seyirmelerin diğer bir nedeni ise kafein olabilmektedir. Aşırı derece alınan kafein gözlerde bulunan bu hassas kasların seyirmesine yol açabilir.
Titreşim fazla olmaya başladığında ise kaslar olduğundan fazla gerilerek seyirmeye neden olabilir. Ayrıca gözün aşırı yorulmasıda bu seyirmelerin çıkmasına neden olmaktadır. Bilgisayar karşısında geçirilen zaman veya televizyona aşırı şekilde odaklanmak yine aynı sorunun nedenleri arasında olabilir.

Balık ve Yoğurt Zehirlenmeye Neden Olur mu?

Balık ve yoğurt birlikte yenildiğinde zehirlenme olayının doğabileceği halk tarafından sürekli olarak iddia edilmektedir. Ortaya atılan yanlış bilgi yüzünden insanlar bu tür faaliyetlerden sürekli olarak uzak durmaktadırlar. Aslında yapılan bilimsel araştırmalar balık ve yoğurtun birlikte yenildiğinde zehirlenme olayını doğurmadığını göstermektedir. Geleneksel balık sofralarında peynir ve yoğurt aslında sürekli olarak bulunur.
Balık yenildiğinde genellikle ortaya çıkabilecek 2 farklı zehirlenme türü vardır. Bu zehirlenme türleri ise şöyle açıklanabilir. Birinci zehirlenme türü tropik bölgeler de yaşanayn balıkların yenmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bu tür tropik balıkların dondurulması veya pişirilmesi zehirin önüne geçemez. Ülkemiz de bu tür balıkların olmayışı zehirlenme olaylarının azalmasına neden olur.
Histaminden meydana gelen zehirlenmeler ise balıklardan meydana gelen en önemli zehirlenmedir. Bu zehirlenme sonucunda vücutta farklı reaksiyonlar ortaya çıkabilir. Histamin miktarını artıran bir diğer madde olan yoğurt bu tür zehirlenmelerden sonra tüketilmemelidir. İki madde bir araya gelerek zehirlenmenin artışına neden olabilir.


Yani belirtilmek istenen en önemli detay balıkların tazelik derecesiyle alakalılıdır. Taze olmayan balıklarda histamin miktarı sürekli olarak artmaktadır. Bunun sonucunda ise yoğurt zehirleyici bir madde haline gelebilir. Bu nedenle de taze olmayan balıklarla yoğurtun birlikte tüketilmesi zehirlenmelere yol açabilir. Yazımızın başında belirttiğimiz gibi bayat olmayan yani taze balıkların tüketilmesi zehirlenmelerin oluşmasını engeller. Taze olduğuna inandığınız balıklarla yoğurt yemenizin hiç bir zararı yoktur.

Denizanası Temas Edince Niçin Yakar?

Denizanalarının vucudunda bulunan bazı hücreler, savunma amaçlı olarak bir sıvı yayar. Denizanaları bu sıvıyı savunmak dışında, avlanırkende kullanır. Temas ettiğimizde yanma hissi veren bu madde “nematosis”lerdir. Bu madde kapsüller içinde bulunur ve temas ettiğimizde patlar ve yanma hissi oluşur. Denizanasının temas ettiği bölgeyi, her ne kadar kaşıma hissi doğsada, kaşınmamalıdır. Çünkü patlamamız kapsüllerde bulunmaktadır, eğer kaşırsak bu kapsüllerde patlayacaktır ve derimizde daha fazla bir yanma hissederiz. Bu bölge sakince fazla ovalamadan yıkanmalıdır. Tatlı suyla yıkamaya kalkarsanız, deniz suyu ve tatlı su yoğunluk farkında gene kapsüllerin patlama ihtimali artacaktır. Deniz suyu ile yıkanabilir, suyun sıcaklığıda olumlu etkiler, çünkü zehirin etkisini azaltmaktadır. Ayrıca bazı literatürlerde amonyakta kullanılabileceği yazmaktadır.

Otizm Nedir ?

1943 yılında Amerikalı çocuk psikiyatristi Leo Kanner’in sunduğu bir tanımla Otizm ilk olarak kaynaklarda yerini almıştır. Otizm kelime kökü olarak daha çok kendi anlamına gelen autos kelimesinden yararlanılarak uzman tarafından seçilmiştir. Bu ismin tercih edilmesini Kanner; otizimli çocukların çevresinden çok kendi ile iletişim halinde olması ve içine kapanık haraketlerinden dolayı kullandığını belirtmiştir.
Uzun yıllar boyu psikilojik etkenlerle ortaya çıktığı sanılan bu hastalık; aile ve anne- baba ilişkilerinin olumsuz seyrettiği dönemlerde kendini gösterdiği iddiasını ortaya çıkarmıştır. 1966 yılında Otizme yeni bir tanım getiren Rimland hastalığın aslında nörobiyolojik olduğu konusuna dikkat çekmiştir.
Otizm’in başlangıç evresinin 3 yıl olduğu ve daha sonrasında yaşam boyu devam ettiği uzmanlar tarafından dile getirilmiştir.

Tükenmez Kalemi Kim Buldu?

Yüzyıllar önce dolma kalemlerin sürekli mürekkep şişelerine batırılarak yazı yazılması insanları oldukça zorluyordu. Her defasında yenilenen bu aktivite yazı yazmayı büyük bir çile haline getiriyordu. Özellikle mürekkeplerin kurumaması ise dolma kalemlerin kullanımına olan ilgiyi azaltan sebepler arasında yerini alıyordu.
30 Ekim 1888 yılında küçük bri haznesi ve döner başı ile üretilen ilk tükenmez kalem tarhiteki yerini almaya başladı. John J. Loud tarafından geliştirilen bu kalem arkada ki hazneden gelen mürekkep ile sürekli doldurmaya karşı yazana büyük kolaylıklar sağlıyordu. Sızıntı yaptığı bilinen bu kalemin dolma kaleme göre daha etkili ve kalıcı yazılar bıraktığı ise o günlerde dikkatlerden kaçmayan en önemli ayrıntıydı.
Macar Laszlo Biro ise 1899 yıllarında gazete mürekkebini bilyeli bir tükenmez kalemin içine yerleştirerek ciddi anlamda ilk tükenmez kalemi üretmiş oldu. Bu kalem tarihte değer kazanan ilk tükenmez kalem oldu. 1938 yılında kalemin patentini alan Biro Nazilerden kaçtığı o yıllarda 1943 yılında Arjantin’de yeni bir patent aldılar. 1945 yılında üretimine geçilen bu kalemler özellikle Avrupa ülkelerinde inanımlaz bir ün kazandı. Biro ve ekibindeki diğer bilim insanları kurdukları seri üretim tesisleri sayesinde daha ucuz ve kaliteli tükenmez kalemleri piyasaya sürmeye başladı.
Bic adında kurulan firma günümüzde hala üretime devam etmekte ve dünya piyayasında en çok kazanan kalem üreticisi olarak yerini korumaktadır.
Kaleimi resmi anlamda bulan mucit Biro ise Arjantinde düzenlenen törenlerle her yıl anılmaktadır.

İlk İnsanların Boyu Ne Kadardı?

Bazı bilim araştırmalarına göre fosillerden yola çıkılarak bulunan veriler ilk insanların boyları hakkında bize bazı beilgiler vermektedir. Bu araştırmanın bazı sonuçları ise şöyle;


Tarihimizden yaklaşık 7 Milyon yıl önce yaşayan insan gruplarında Boy: 1.20 metre Kilo: 25 Kg

Tarihimizden yaklaşık 4.4 Milyon yıl önce yaşayan insan gruplarında Boy: 1.10 metre

Tarihimizden yaklaşık 3.7 Milyon yıl önce yaşayan insan gruplarında Boy: 1.05 metre Kilo: 35-45 Kg

Tarihimizden yaklaşık 2.5 Milyon yıl önce yaşayan insan gruplarında Boy: 1.15-130 metre Kilo: 40 Kg

Tarihimizden yaklaşık 2 Milyon yıl önce yaşayan insan gruplarında Boy: 1.45 metre Kilo: 50 Kg

Tarihimizden yaklaşık 1.7 Milyon yıl önce yaşayan insan gruplarında Boy: 1.65 metre Kilo: 55 Kg

Tarihimizden yaklaşık 120 Bin yıl önce yaşayan insan gruplarından bugüne 1.70 metre yaklaşık 60 kilo civarlarındadır.

Birinci Dünya Savaşı Kıyafetleri Neyden Yapıldı?

Dünya savaşı yıllarında büyük bir ekonomik sıkıntıya giren devletler maliyetleri azaltmak için bir çok yeni arayış içine girmiştir. Özellikle savaş anlarında savaşa katılan bireylerin en büyük ihtiyaçlarından biri olan üniformalar ise birbirinden ilginç yöntemlerle üretilmiş ve savaş sırasında kullanılmıştır. Pamuğun oldukça pahalı olması ve zor yetiştirilmesi Alman bilim insanlarını o dönemde hareket etmesine neden oldu. Daha kolay ve hızlı üretilebilen bitkilere yönelen bilim insanları en sonunda ısırgan otunda karar kıldı. Çok az miktarda pamuk içine ısırgan liflerinin yerleştirilmesi sonucu ortaya çıkan bu kumaşların diğerlerine nazaran hiç bir farkı yoktu.
Herhangi bir sistem gerektirmeden üretime başladıkları ısırgan otunu ilk yıllarda 1.3 milyon kilo diğer ikinci yılda ise 2.7 milyon kilo olarak başarıyla üretebildiler. Muharebe ardından Alman askerleri üzerindeki giysileri ele geçiren İngilizler bu teknoloji karşısında hayrete düştüler ve nasıl yapıldığı konusunda büyük araştırmalar başlattılar.
Daha sonra yapılan kazı çalışmaları ve yazılı kaynaklar ısırgan otunun sadece 1. Dünya Savaşında keşfedilmiş bir bitki olmadığını daha önce Dünya üzerinde yaşayan diğer medeniyetlerinde özellikle balık yakalamak için ürettikleri ağlarda ve diğer barınaklarında bu bitkiyi kullandıkları gözlendi.
Üzerinde giyildiğinde hiç bir zararı olmayan bu bitkinin özellikle lifli bölgeleri de kaşıntı yapmayarak askerlerin rahat hareketine olanak sağlamış oldu.

İlk Demiryolu Ne Zaman Yapıldı (Türkiye’de)?

Ülkemiz demiryolu taşımacılığının tercih edildiği bir çok ilde istasyonların bulunduğu ve ucuzluğu ile insanların tercih ettiği bir ulaşım aracıdır. Özellikle son yıllarda yapılanmaya giden demiryolları daha hızlı ve daha güvenli bir şekilde ulaşımı sağlamayı amaçlamaktadır. Yapılan çalışmalar sonrasında bir çok büyük merkez birbirine bağlanıp daha hızlı bir şekilde ulaşım sağlanmaktadır.
Peki bu kadar çok tercih edilen ulaşım aracı ülkemizdeki yerini ne zaman almaya başlamıştır? Bu çalışmalar hangi dönemde ortaya çıkmıştır? Çalışmaların başlamasında sorunlar da ortaya çıkmışmıdır? Çalışmaların başlangıcında hangi güzergah seçilmiştir? Yazımızın detaylarında tüm bu sorulara cevapları bulabileceksiniz.
Trenin ülkemize girmesi aslında şu olayların arka arkaya gelişmesi ile olmuştur. Sultan Abdülaziz düzenlediği seyahetlerle diğer ülkelerdeki yenilikleri ülkemize getirmeyi hedeflemiştir. Avrupa seyahetlerinde ençok dikkatini çeken ise ulaşımı oldukça kolay hale getiren trenler olmuştur. Bu durum karşısında hayretler içine düşen Sultan Abdülaziz dönüşünde bir komite kurarak trenin yapılması emrini vermiştir.
İlk olarak güzergah seçimi yapmak isteyen Sultan Abdülaziz bunun İstanbul-Edirne arası olmasını kararlaştırmıştır. Fakat Topkapı Sarayı içinden geçecek olan tren insanların tepkisini çekmiştir. Bunun üzerine padişaha sunulan istekte projenin iptal edilmesi dahi gündeme gelmiştir. Büyük bir kararlılık içinde Sultan Abdülaziz bu duruma karşın tren saraydan değil ister üstümden geçsin yine de yapılacak emrini vererek bu teknolojiye olan ilgisi ve alakasını kesin bir dille sunmuştur.

Topkapı Sarayındaki Yasak Nasıl Delindi?

Topkapı Sarayı uzun yıllar boyu birçok kutsla emanete evsahipliği yapmanın gururunu yaşayan yapılardan biridir. Saray içindeki bazı eserler o kadar değerlidir ki bu değerli eserlerin korunması için ise Osmanlıda bazı yasakların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bu yasakların en temeli olan yasak ise  Topkapı Sarayı içerisindeki eserlerin dışarıya çıkarılmama yasağıydı.
Uzun yıllar boyunca uygulanan yasak 2. Abdülhamit döneminde delindi. 2. Abdülhamit’in kızı Ayşe taç yaptırmak için model olması gerekçesiyle Topkapı Sarayı içindeki eserlerin kendine verilmesini istedi. Bu durum karşısında ilk önce tepki gösteren Topkapı Sarayı kahyası daha sonra bir senet karşılığı taçları 2. Abdülhamit’in kızı Ayşe’ye teslim etti. Bu olaylar sonrasında Ayşe kullandığı taçları daha sonra teslim süresi geldiğinde Topkapı Sarayı kahyasına teslim ederek senetleride almış oldu.
Olaylardan sonraca haberi olan 2. Abdülhamit ise olayı duyduğund yasağın delinmesine karşın oldukça sinirlendi fakat Topkapı Sarayı kahyasının senet imzalatmasını oldukça beğenen 2. Abdülhamit kahyayı 100 altınla ödüllendirdi. Bu yasak senetle delindikten sonra uzun yıllar boyunca yine korundu fakat daha sonraları ise yasak ilk delindiğinde uygulanan yöntem ile sürekli etkisiz hale getirişmiş oldu. Saray içindeki değerli eserler senetler karşılığında Hanedan üyelerine verildi. Bu verilen eselerin geri getirilip getirilmediği hakkında ise tarih kitaplarında açıklayıcı bilgi bulunmamaktadır.

27 Mart 2011 Pazar

Döner Kapılar Neden Kullanılır?

Bankalarda otellerde ve diğer iş merkezlerinde karşımıza çıkan değişik yapılardan biride döner kapılardır. Çok üzün süre önce kullanılmaya başlanan bu kapının seçilmesinde özel bir neden varmıdır? Seçilen bu kapının yapıya sağladığı faydalar nelerdir? Günümüzde bu tür kapıların kullanım alanlarında hangi nedenlerden dolayı bu seçime gidilmiştir? Tüm bu sorular ve diğer ayrıntıları yazımızın devamında bulabilirsiniz. Enerji uzun yıllar boyunca insanlığın kaderini belirleyecek ve dünyanın gidişatına yön verecek bir kavram bu nedenle de insanlar bu kavramın daha dikkatli kullanılması için her geçen gün yeni bir icaatla karşımıza çıkıyor işte bu icatlardan biri de döner kapılar. Duyduğumuzda bizi şaşırtan bu olay aslında bilimsel olarak büyük bir çalışmanın ürünü.
Normalde yapıların ısınması için kullanılan enerji üretim makinaları sıcak havayı ortama verir fakat bu ortam içinde bulunan açık kapılar ısının dışarıya çıkmasını ve içeriye soğuk havanın girmesine neden olmaktadır. Bu durum karşısında ısıtıcılar daha çok çalışarak daha fazla enerji yakma eğilimine gitmektedir. Fakat döner kapılar da durum bu şekilde işlemez. Döner kapılar oluşum itibari ile 4 kanattan oluşur. Kişi kanata giriş yaptıktan sonra hareket devam eder ve bu sırada kapı kısmına yaklaşılır. Kapı kısmına gelindiğinde ise ön kanatlardan çıkan kişi tam o esnada arka kanatların diğer tarafı kapatmış olması nedenşyle içerideki sıcak havanın dışarı çıkmasını önlemiş olur. Aslında çok basit ve sistemsiz duran bu kapı gün içinde çok kolay bir şekilde büyük bir tasarruf sağlamış olur.